21 Temmuz 2010 Çarşamba

AYNA

Ragıp sıkıcı bir şirketin, sıkıcı bir bölümünde, sıkıntıdan patlayarak çalışıyordu. Aslında çok büyük yabancı bir şirketin hazine bölümünün başındaydı. Oldukça iyi bir kazancı ve pek çok insanın gıptayla baktığı bir kariyeri vardı. Yine de ona göre tek kelimeyle “sıkılıyordu”. Akşam olmuştu. Maslak’taki ofisinden çıktı. Çok yoğun bir trafik olduğu için arabasını ofisin otoparkında bırakıp Taksim’e, Asmalı Mescit civarlarına geçmek üzere metroya yöneldi. “Off, hava da çok sıcakmış, acaba trafiği göze alıp arabamda serin serin mi gitsem? Yok, hayır, çok uzun sürer, geç kalırım, çocuklar da söylenirler sonra” diye düşünürken, köşedeki gökdelen inşaatının önüne geldiğinde garip bir şey dikkatini çekti.


İnşaatı çevreleyen metal, plaka duvarın bir yerinde küçük bir kapı vardı. Ancak bir kişinin geçebileceği kadar küçük olan o kapının üzerinde boydan boya bir ayna asılıydı. “Allah allah, kim bu kapıya, hem de sokağa bakan tarafına ayna koyar, neye yarar ki bu ayna?” diye düşünürken aynanın karşısındaki kadını gördü. 45 yaşlarında, orta boylu ve uzun siyah saçları olan kadın, üzerinde sarılı yeşilli çiçek desenleri bulunan uzun, kırmızı bir elbise giymişti. Ayağında siyah, topuklu ayakkabılar, başında yine çiçek desenleri olan bir bandana vardı. Ama üzerindeki her şey, çok uzun zamandır su ve sabun yüzü görmemiş olduğunu süpheye bırakmayacak derecede kirliydi. Biraz yaklaşınca elbisesindeki kir ve irili ufaklı yırtıklar belirginleşmişti. Çöplükten fırlamış Esmeralda edasıyla, elindeki kastanyetleri de kullanarak aynanın karşısında kendi kendine flamenko figürleri yapıyordu. Bir taraftan dans ederken, diğer taraftan aynadaki yansımasını büyük bir keyifle izliyor, kendi kendine kıkırdıyordu. Ragıp, “haydaaa, yine çattık delinin birine” dedi kendi kendine ve “ne olur ne olmaz, uzak duralım” diye düşünerek karşı kaldırıma geçti.

Yaklaşık 5 dakikalık bir yürüyüşten sonra metroya girdi. Jeton satın alıp, turnikelerden geçti, yürüyen merdivenlerden aşağı indi ve Taksim treninin gelmesini bekledi. 3 dakika sonra gelen trene bindi, şansına, oturacak bir yer buldu. Vagon kalabalık olmasına rağmen havalandırmanın kuvveti sayesinde içerisi oldukça serindi. “Oh” dedi kendi kendine, “dünya varmış. 10 dakika da olsa serinlik iyi gelir”. Gözlerini karşısındaki cama dikmiş, işle ilgili bir sürü şeyi düşünüyordu. Taksim’e kadarki istasyonlarda trenin durmasını, kalkmasını, kapıların açılıp kapanmasını, yüzlerce insanın inip, binmesini, Levent durağında binip tam karşısına oturan ve kendisine baygın baygın bakan bir travestiyi, oldukça gürültülü biçimde, Mecidiyeköy’den Taksim’e kadar kesintisiz ağlayan bir bebeğin sesini fark etmedi bile. Aklında, ertesi gün öğleden sonra yapacağı sunumu tekrarlıyor, ufak tefek düzeltmeler yapıyordu. Bir anda “Taksim bu yöndeki son durağımızdır” anonsu ile kendine geldi. Birkaç saniye sonra duran trenden indi ve Taksim Meydanı çıkışına doğru yöneldi. Dışarı çıktığında saat 20:05 olmuştu, ortalık hala aydınlıktı. 32 derece sıcaklık ve %85 nem oranın karışımı bunaltıcı hava kavurucu bir tokat gibi yüzüne vurdu. “Ya, ben niye Şişhane’ye devam edip, İstiklal Caddesi çıkışından çıkmadım, hem Asmalı Mescit’e daha yakındı, hem de bir süre daha serin serin takılırdım. Dalgın teneke sen de! Çıkamadın ki sen daha o sıkıcı, anlamsız işinden, hala kafanda yok sunumdu, yok bilmem neydi dönüp duruyor. Yeter artık kapat dükkanı!” Bu esnada, metro çıkışının solundaki trafik ışıklarından karşıya geçmiş ve tramvayın kalktığı noktaya gelmişti bile.

Kızılkayalar ve onun etrafındaki bilumum büfelerin önü insanların birbirleri ile buluşma noktası olması sebebiyle, akşam saatlerinde, daima, neredeyse iğne atsan yere düşmeyecek şekilde kalabalık olur. Tüm o kalabalığın ortasında, geniş bir açıklık oluşmuş ve tam ortasında 20’li yaşlarında, kumral bir genç kız duruyordu. Kızın üzerinde, omuzları askılı, kahverengi yazlık bir elbise ve ayağında da yine açık, kahverengi ayakkabıları vardı. Fakat bu kızın da üstü başı kir içinde ve elbisesi yırtıklarla doluydu. Ragıp, “Acaba birisi kıza saldırdı mı?” diye düşünürken, kızın, elindeki küçük el aynası ile etraftaki insanların üzerine koşuşturup, bağırıp çağırdığını fark etti. Kız elindeki aynayı karşısındaki insanın yüzüne tutarak koşturuyor, anlaşılmaz bir şeyler bağırıyordu. Karşısındaki insan ise ya güneş görmüş vampir gibi kaçıp uzaklaşıyor, ya da onu kendisinden olabildiğince uzağa itiyordu. Bunun üzerine kız, kendisine başka bir hedef buluyor ve oradan oraya seken bir tenis topu gibi gidip geliyordu. İnsanlar, rahatsız olmuş, konfor alanlarına giren bu “eli aynalı delinin” bir an önce orayı terk etmesini istiyor ama ne yapacaklarını da bilemiyorlardı. Hiçbiri kızı sakinleştirmek veya oradan uzaklaştırmak için ona yaklaşmaya cesaret edemiyordu. “Kardeşim, burası da iyice deliler barınağı haline geldi” dedi yanındaki adam. Ragıp adama dönüp baktı ve “haklısınız. Yazık, gencecik de kız, ne oldu da bu hale geldi acaba” dedi. O esnada, ne olduysa, kız, yine ortaya çıktığı gibi belirsiz bir biçimde kaybolup gitmişti. Ragıp sağa sola bakındı ama kızın nereye gittiğini göremedi. İnsanlar da kızdan boşalan alanı hızla doldurmuş, sanki hiçbir şey olmamış gibi o anki rutinlerine geri dönmüşlerdi. Arkadaşları ile olan buluşmasına geciktiği aklına geldi ve olan biten her şeyi unutup hızlı adımlarla Asmalı Mescit’e yürümeye başladı.

Birkaç dakikalık hızlı bir yürüyüşün ardından Sofyalı’ya gelmiş, yolun üstünde güzel bir masada kendisini bekleyen arkadaşları tarafından tezahüratla karşılanmıştı. “Vaaay aramızda en genç yaşta Ferrari alacak adam geldi.” “Olm çalış çalış nereye kadar, k.çının kılları ağardı.” “Oh be yüzünü gördük, cennette yerimiz garanti, beyler vurun rakının dibine.” Güldü Ragıp, “Sağolun, vallahi ben de sizleri çok özledim”. Herkesle sarıldı, öpüştü ve masaya oturması ile son derece keyifli muhabbet başladı. Arkadaşları onu beklerken bir büyük Yeşil Efe açtırmış, hatta onu yarılamışlardı bile. O da hemen şişenin boşaltılması çalışmalarına kendince katıldı.

Muhabbete o kadar derinden dalmışlardı ki, Ragıp’ın yanında durup, kendisine bakan yaşlı sokak satıcısını fark etmesi için birkaç dakika geçmesi gerekti. İstiklal Caddesi üzerinde mendil, kalem, sakız gibi ufak tefek şeyler satan pek çok seyyar satıcı vardır. Ragıp’ın yanında duran da, kel, yetmişlerinde, son derece ağır aksak hareket edebilen bir “amcaydı”. Amca, düzgün traş olmuş, elbiseleri eski ama olabildiğince bakımlı birisiydi. Ragıp’ı rahatsız eden tek şey Amca’nın yüz ifadesi oldu. Sanki yetmiş küsür sene boyunca insanlığın tüm cefasını çekmiş, o ağır yükü sırtında taşımaktan artık neredeyse hareket edemez olmuş bir adamın, mutsuz, ağlamaklı ve artık çektiği acıların sonlanmasını diler ifadesiydi yüzündeki. Gözlerinin feri sönmüş, ya cesaret edemediğinden ya da kuvvetli dini inancından intihar edemiyormuş ve bu sebeple de bir taraftan hayata lanet ederken diğer taraftan da durumunu kabullenmiş ve hayatta kalabilmek için bir şeyler satmaya çalışan bir adamın ifadesi. “Buyur amca” dedi Ragıp, “ne yapabilirim senin için?”. Boynundan astığı küçük, ahşap tablası içinde kağıt mendil, tükenmez kalem, sakız çeşitleri ve bir de küçük el aynaları satıyordu Amca. “Almaz mısın evlat?” diye sordu titrek sesiyle. Ragıp acımıştı Amca’ya, tablasına bakındı alacak bir şeyler bulabilmek için. O esnada Amca’nın bakışları değişmişti. O feri sönmüş hal gitmiş, yerini tam tersi keskin, delici bakışlar almıştı. Ragıp’ın gözlerinin içine dalmış, oradan ruhunu okuyordu sanki. “Ne alacağına karar veremedin mi, sen en iyisi şu aynalardan bir tane al evlat” dedi, sesindeki titreklikte en ufak bir değişiklik olmadan. “Ben aynayı ne yapayım Amca, kadın değilim ki makyaj yapayım, hiçbir işime yaramaz o ayna”. “Herkesin bir aynaya ihtiyacı vardır evlat” dedi Amca, “eğer bir aynan olmazsa nasıl dönüp kendine bakacaksın, nasıl göreceksin içini?” Güldü Ragıp, “Ayna içini göstermez ki insanın Amca, baksam ancak ağarmaya başlamış saçlarımla sabahtan bu yana uzamış sakallarımı göreceğim aynada”. “Anlamadın evlat” dedi Amca, “bu cam parçası bir semboldür, bir gün bunda görürsün kendini, başka bir gün karşındaki insanlarda, bakarsın onlar sana ayna olmuş. Bakmasını bileceksin evlat, aynalarının sana göstermeye çalıştığı şeyi göreceksin. Sen bunu yapmasını bilmiyorsun. İşte bu sebeple, sana hatırlatsın, bunu nasıl yapacağını öğretsin diye bu küçük el aynasını alman lazım senin”. Masadaki herkes küçük dilini yutmuş, Amca’nın sözleri karşısında dona kalmışlardı. Ragıp sersemlemiş biçimde uzanıp bir ayna aldı, “ne kadar bu Amca” diye sordu. “Gönlünden ne koparsa evlat” diye cevap verdi Amca. Bakışlarındaki delicilik kaybolmuş, yine eski, feri sönmüş haline geri dönmüştü. Ragıp çıkarıp 20 TL verdi Amca’ya. Diğerleri de kendilerine ayna almak için hamle yaparlarken “Yoo” dedi, “durun, sizlere ayna satmam, o sadece çok ihtiyacı olanlar için, ama yaşlı bir adama yardım etmek istiyorsanız mendil, kalem veya sakızlarımdan alırsanız sevinirim”. Şaşkın bir halde diğerleri mendil ve kalem alıp, Amca’ya 3-5 TL verdiler. Herkes alacağını aldıktan sonra Amca “haydi sağlıcakla kalın” dedi ve dönüp arkasını geldiği yöne doğru ağır aksak uzaklaşmaya başladı.

Mekanda yaklaşık bir on beş dakika daha oturduktan sonra hesabı ödeyip kalktılar. Ragıp, arkadaşlarından ayrıldıktan sonra yine metroya yöneldi. Taksim’den bindiği vagon ineceği Levent istasyonuna gelene kadar boşalmıştı. İstasyonda tek başına vagondan indi. Görünürde ondan başka kimse yoktu ortalıkta. Levent Çarşı çıkışına doğru yönlendi. Tam birkaç adım atmıştı ki kendini bir anda ağaçların ortasında, geniş, yemyeşil bir düzlükte buluverdi. “Ne oluyor ya, hayal mi görüyorum” dedi kendi kendine. Sağına, soluna, arkasına baktı. Koskoca metro istasyonu yok olmuş, yerine, etrafı ağaçlarla çevrilmiş bir çimenlik gelmişti. Etrafına bir daha bakındı.

Tepede Güneş parıl parıl parıldıyordu. Çimenlik alan çeşit çeşit, rengarenk çiçeklerle doluydu. Alanın tam ortasında, bulunduğu yerden yaklaşık 100 – 150 metre ileride, büyük, kadim görünüşlü bir ağaç vardı. Ağaca doğru biraz yaklaştığında üzerindeki altın renkli meyveleri gördü. Tam o esnada ağacın oradan kendisine doğru yürüyen birini de fark etti. Bu bir kadındı, baştan aşağı parıl parıl parıldayan, bembeyaz giysilere bürünmüştü. Hafif rüzgarla elbisesi uçuşurken, o sanki yürüyerek değil de uçarak Ragıp’a yaklaşıyordu. Birkaç saniye sonra kadın Ragıp’ın yanına gelmişti. Ragıp, kadının Taksim Meydanı’nda insanların yüzüne ayna tutan genç kız olduğuna yemin edebilirdi. Birkaç gün boyunca o yüzü unutması imkansızdı çünkü. Kadın hiç konuşmadan Ragıp’a altın renkli bir meyve uzattı. Meyve elmaya benziyordu. Kadın hiçbir şey söylememesine rağmen Ragıp meyveyi yemesi gerektiğini düşündü ve ondan bir ısırık aldı. Tadı daha önce yediği meyvelerden çok farklıydı. Sanki onların pek çoğunun karışımı gibiydi. Çok beğenmişti, büyük bir iştahla meyveyi yiyip bitirdi. Elinde şeftalininkine benzer irice bir çekirdek kalmıştı. Kadın yeri işaret etti Ragıp’a. Bakınca orada küçük, birkaç santimetre çapında bir çukur olduğunu gördü Ragıp. Meyvenin çekirdeğini o çukura attı ve üzerini toprakla örttü. Kadın bu sefer de Ragıp’ın sağ yanında bir yeri işaret etti. Dönüp baktığında orada taştan yapılma küçük bir hayrat gördü. Kenarında duran maşrapaya su doldurup geri geldi ve çekirdeği gömdüğü yere döktü. Bunun üzerine kadın ona güldü ve arkasını dönüp geldiği gibi uçarmışçasına uzaklaşmaya başladı. Yavaş yavaş kendine geliyordu Ragıp, “dur gitme, sana soracaklarım var, kimsin sen?” dedi ve kadının peşinden koşmak için bir hamle yaptı. Fakat daha attığı ilk adımda kendini Levent metro istasyonunda buluverdi.

Daha ne oluyor diyemeden omzundaki el ile irkildi. “Beyefendi iyi misiniz? Bir sorun yok ya?” dedi omzundaki elin sahibi. Afallamış ve ne diyeceğini bilemez bir halde kendisi ile konuşan kişiye dönmek için hamle yaptı. “İii, iyiyim bir sorun yok ama…” derken karşısındaki adamla kadını görünce şaşkınlığı bir kat daha arttı.

Karşısında, yetmişli yaşlarında olduğunu ancak nüfus cüzdanından anlayabileceğiniz kadar dinç, gözleri zeka ve keskinlikle bakan, kel bir adam ile, Ragıp’ın, kızı olduğunu tahmin ettiği 40-45 yaşlarında, siyah saçlı, renkli gözlü, orta boylu, güzel bir kadın duruyordu. Adam eski bir İstanbul beyefendisi olduğunu belli eder şekilde gecenin o saatinde takım elbisesiyleydi. Kadının üzerinde ise şık, uzun, kırmızı bir elbise vardı. “Hayal görüyorum herhalde, bu adam Sofyalı’nın oradaki Amca ile Maslak’ta gördüğüm Deli Esmeralda olamaz” diye düşündü Ragıp. “Ama yüzleri aynı, haydi Maslak’taki kadınla bunu benzetiyorum, ama Amca’yla yüz yüze konuştum, aynı adam bu, ikisi de aynı, ne oluyor deliriyor muyum nedir?” diye düşünürken “bir sorununuz yok ama?” diye yineledi adam. “Efendim, anlamadım?” dedi Ragıp. “İyi olduğunuzu söylemiştiniz ama bizi görünce bir durdunuz” dedi adam. Hemen toparlandı Ragıp “Özür dilerim, sizi çok uzun zamandır görmediğim birine benzettim de ondandır” diye cevap verdi Ragıp, “iyiyim iyiyim, bir sorun yok niye sordunuz?” “Merdivenin başında öylece duruyordunuz, geçebilmek için birkaç defa müsaade istedik duymadınız, elimi omzunuza atınca tepki verdiniz”. “Ah çok özür dilerim, dalmışım, işle ilgili bir şeyleri düşünüyordum” deyiverdi Ragıp. Adamın sesi bile aynıydı, rastlantı veya benzerlik olmasına ihtimal veremiyordu Ragıp. Kadın “kıkırdadı”, “babacığım belli ki beyefendi yorucu ve muhtemelen sürprizlerle dolu bir gün geçirmiş, kendisi iyi olduğuna ve bizim de yolumuz açıldığına göre gidelim istersen, çok geç oldu”. “Haklısın kızım, geç oldu, iyi geceler beyefendi”. “Size de iyi geceler” dedi Ragıp. Adamla kadın kol kola yürüyen merdivenlerden çıkıp gözden kaybolana kadar Ragıp bir süre arkalarından bakmaya devam etti. Sonra o da yürüyen merdivenlerden çıktı ve merdivenlerin bitimindeki geniş alana çıktığında yaşlı adamla kadını göremedi. Etrafına bakındı ama kendisinden başka kimse yoktu istasyonda. Şaşkın şaşkın yürümeye devam etti ve Levent Çarşı’ya çıktı. Etrafta birkaç taksi şöförü ve minibüs bekleyen birkaç kişi vardı, yaşlı adamla kadından hiç iz yoktu. Hızlı hızlı yürüyerek evine gitti, soyunup dökündü, dişlerini fırçalayıp hemen yattı.

Sabah kalktığında akşam yaşadıklarının hala bir rüya mı, rastlantı mı, ya da ne olduğunu anlayamamıştı. Başucunda duran küçük el aynasına baktı, yataktan kalktı, banyoya girdi. Lavaboya eğilip elini, yüzünü yıkadı. Kafasını kaldırınca aynada “ilk defa” kendini “gördü”.

Hiç yorum yok: