21 Temmuz 2010 Çarşamba

AYNA

Ragıp sıkıcı bir şirketin, sıkıcı bir bölümünde, sıkıntıdan patlayarak çalışıyordu. Aslında çok büyük yabancı bir şirketin hazine bölümünün başındaydı. Oldukça iyi bir kazancı ve pek çok insanın gıptayla baktığı bir kariyeri vardı. Yine de ona göre tek kelimeyle “sıkılıyordu”. Akşam olmuştu. Maslak’taki ofisinden çıktı. Çok yoğun bir trafik olduğu için arabasını ofisin otoparkında bırakıp Taksim’e, Asmalı Mescit civarlarına geçmek üzere metroya yöneldi. “Off, hava da çok sıcakmış, acaba trafiği göze alıp arabamda serin serin mi gitsem? Yok, hayır, çok uzun sürer, geç kalırım, çocuklar da söylenirler sonra” diye düşünürken, köşedeki gökdelen inşaatının önüne geldiğinde garip bir şey dikkatini çekti.


İnşaatı çevreleyen metal, plaka duvarın bir yerinde küçük bir kapı vardı. Ancak bir kişinin geçebileceği kadar küçük olan o kapının üzerinde boydan boya bir ayna asılıydı. “Allah allah, kim bu kapıya, hem de sokağa bakan tarafına ayna koyar, neye yarar ki bu ayna?” diye düşünürken aynanın karşısındaki kadını gördü. 45 yaşlarında, orta boylu ve uzun siyah saçları olan kadın, üzerinde sarılı yeşilli çiçek desenleri bulunan uzun, kırmızı bir elbise giymişti. Ayağında siyah, topuklu ayakkabılar, başında yine çiçek desenleri olan bir bandana vardı. Ama üzerindeki her şey, çok uzun zamandır su ve sabun yüzü görmemiş olduğunu süpheye bırakmayacak derecede kirliydi. Biraz yaklaşınca elbisesindeki kir ve irili ufaklı yırtıklar belirginleşmişti. Çöplükten fırlamış Esmeralda edasıyla, elindeki kastanyetleri de kullanarak aynanın karşısında kendi kendine flamenko figürleri yapıyordu. Bir taraftan dans ederken, diğer taraftan aynadaki yansımasını büyük bir keyifle izliyor, kendi kendine kıkırdıyordu. Ragıp, “haydaaa, yine çattık delinin birine” dedi kendi kendine ve “ne olur ne olmaz, uzak duralım” diye düşünerek karşı kaldırıma geçti.

Yaklaşık 5 dakikalık bir yürüyüşten sonra metroya girdi. Jeton satın alıp, turnikelerden geçti, yürüyen merdivenlerden aşağı indi ve Taksim treninin gelmesini bekledi. 3 dakika sonra gelen trene bindi, şansına, oturacak bir yer buldu. Vagon kalabalık olmasına rağmen havalandırmanın kuvveti sayesinde içerisi oldukça serindi. “Oh” dedi kendi kendine, “dünya varmış. 10 dakika da olsa serinlik iyi gelir”. Gözlerini karşısındaki cama dikmiş, işle ilgili bir sürü şeyi düşünüyordu. Taksim’e kadarki istasyonlarda trenin durmasını, kalkmasını, kapıların açılıp kapanmasını, yüzlerce insanın inip, binmesini, Levent durağında binip tam karşısına oturan ve kendisine baygın baygın bakan bir travestiyi, oldukça gürültülü biçimde, Mecidiyeköy’den Taksim’e kadar kesintisiz ağlayan bir bebeğin sesini fark etmedi bile. Aklında, ertesi gün öğleden sonra yapacağı sunumu tekrarlıyor, ufak tefek düzeltmeler yapıyordu. Bir anda “Taksim bu yöndeki son durağımızdır” anonsu ile kendine geldi. Birkaç saniye sonra duran trenden indi ve Taksim Meydanı çıkışına doğru yöneldi. Dışarı çıktığında saat 20:05 olmuştu, ortalık hala aydınlıktı. 32 derece sıcaklık ve %85 nem oranın karışımı bunaltıcı hava kavurucu bir tokat gibi yüzüne vurdu. “Ya, ben niye Şişhane’ye devam edip, İstiklal Caddesi çıkışından çıkmadım, hem Asmalı Mescit’e daha yakındı, hem de bir süre daha serin serin takılırdım. Dalgın teneke sen de! Çıkamadın ki sen daha o sıkıcı, anlamsız işinden, hala kafanda yok sunumdu, yok bilmem neydi dönüp duruyor. Yeter artık kapat dükkanı!” Bu esnada, metro çıkışının solundaki trafik ışıklarından karşıya geçmiş ve tramvayın kalktığı noktaya gelmişti bile.

Kızılkayalar ve onun etrafındaki bilumum büfelerin önü insanların birbirleri ile buluşma noktası olması sebebiyle, akşam saatlerinde, daima, neredeyse iğne atsan yere düşmeyecek şekilde kalabalık olur. Tüm o kalabalığın ortasında, geniş bir açıklık oluşmuş ve tam ortasında 20’li yaşlarında, kumral bir genç kız duruyordu. Kızın üzerinde, omuzları askılı, kahverengi yazlık bir elbise ve ayağında da yine açık, kahverengi ayakkabıları vardı. Fakat bu kızın da üstü başı kir içinde ve elbisesi yırtıklarla doluydu. Ragıp, “Acaba birisi kıza saldırdı mı?” diye düşünürken, kızın, elindeki küçük el aynası ile etraftaki insanların üzerine koşuşturup, bağırıp çağırdığını fark etti. Kız elindeki aynayı karşısındaki insanın yüzüne tutarak koşturuyor, anlaşılmaz bir şeyler bağırıyordu. Karşısındaki insan ise ya güneş görmüş vampir gibi kaçıp uzaklaşıyor, ya da onu kendisinden olabildiğince uzağa itiyordu. Bunun üzerine kız, kendisine başka bir hedef buluyor ve oradan oraya seken bir tenis topu gibi gidip geliyordu. İnsanlar, rahatsız olmuş, konfor alanlarına giren bu “eli aynalı delinin” bir an önce orayı terk etmesini istiyor ama ne yapacaklarını da bilemiyorlardı. Hiçbiri kızı sakinleştirmek veya oradan uzaklaştırmak için ona yaklaşmaya cesaret edemiyordu. “Kardeşim, burası da iyice deliler barınağı haline geldi” dedi yanındaki adam. Ragıp adama dönüp baktı ve “haklısınız. Yazık, gencecik de kız, ne oldu da bu hale geldi acaba” dedi. O esnada, ne olduysa, kız, yine ortaya çıktığı gibi belirsiz bir biçimde kaybolup gitmişti. Ragıp sağa sola bakındı ama kızın nereye gittiğini göremedi. İnsanlar da kızdan boşalan alanı hızla doldurmuş, sanki hiçbir şey olmamış gibi o anki rutinlerine geri dönmüşlerdi. Arkadaşları ile olan buluşmasına geciktiği aklına geldi ve olan biten her şeyi unutup hızlı adımlarla Asmalı Mescit’e yürümeye başladı.

Birkaç dakikalık hızlı bir yürüyüşün ardından Sofyalı’ya gelmiş, yolun üstünde güzel bir masada kendisini bekleyen arkadaşları tarafından tezahüratla karşılanmıştı. “Vaaay aramızda en genç yaşta Ferrari alacak adam geldi.” “Olm çalış çalış nereye kadar, k.çının kılları ağardı.” “Oh be yüzünü gördük, cennette yerimiz garanti, beyler vurun rakının dibine.” Güldü Ragıp, “Sağolun, vallahi ben de sizleri çok özledim”. Herkesle sarıldı, öpüştü ve masaya oturması ile son derece keyifli muhabbet başladı. Arkadaşları onu beklerken bir büyük Yeşil Efe açtırmış, hatta onu yarılamışlardı bile. O da hemen şişenin boşaltılması çalışmalarına kendince katıldı.

Muhabbete o kadar derinden dalmışlardı ki, Ragıp’ın yanında durup, kendisine bakan yaşlı sokak satıcısını fark etmesi için birkaç dakika geçmesi gerekti. İstiklal Caddesi üzerinde mendil, kalem, sakız gibi ufak tefek şeyler satan pek çok seyyar satıcı vardır. Ragıp’ın yanında duran da, kel, yetmişlerinde, son derece ağır aksak hareket edebilen bir “amcaydı”. Amca, düzgün traş olmuş, elbiseleri eski ama olabildiğince bakımlı birisiydi. Ragıp’ı rahatsız eden tek şey Amca’nın yüz ifadesi oldu. Sanki yetmiş küsür sene boyunca insanlığın tüm cefasını çekmiş, o ağır yükü sırtında taşımaktan artık neredeyse hareket edemez olmuş bir adamın, mutsuz, ağlamaklı ve artık çektiği acıların sonlanmasını diler ifadesiydi yüzündeki. Gözlerinin feri sönmüş, ya cesaret edemediğinden ya da kuvvetli dini inancından intihar edemiyormuş ve bu sebeple de bir taraftan hayata lanet ederken diğer taraftan da durumunu kabullenmiş ve hayatta kalabilmek için bir şeyler satmaya çalışan bir adamın ifadesi. “Buyur amca” dedi Ragıp, “ne yapabilirim senin için?”. Boynundan astığı küçük, ahşap tablası içinde kağıt mendil, tükenmez kalem, sakız çeşitleri ve bir de küçük el aynaları satıyordu Amca. “Almaz mısın evlat?” diye sordu titrek sesiyle. Ragıp acımıştı Amca’ya, tablasına bakındı alacak bir şeyler bulabilmek için. O esnada Amca’nın bakışları değişmişti. O feri sönmüş hal gitmiş, yerini tam tersi keskin, delici bakışlar almıştı. Ragıp’ın gözlerinin içine dalmış, oradan ruhunu okuyordu sanki. “Ne alacağına karar veremedin mi, sen en iyisi şu aynalardan bir tane al evlat” dedi, sesindeki titreklikte en ufak bir değişiklik olmadan. “Ben aynayı ne yapayım Amca, kadın değilim ki makyaj yapayım, hiçbir işime yaramaz o ayna”. “Herkesin bir aynaya ihtiyacı vardır evlat” dedi Amca, “eğer bir aynan olmazsa nasıl dönüp kendine bakacaksın, nasıl göreceksin içini?” Güldü Ragıp, “Ayna içini göstermez ki insanın Amca, baksam ancak ağarmaya başlamış saçlarımla sabahtan bu yana uzamış sakallarımı göreceğim aynada”. “Anlamadın evlat” dedi Amca, “bu cam parçası bir semboldür, bir gün bunda görürsün kendini, başka bir gün karşındaki insanlarda, bakarsın onlar sana ayna olmuş. Bakmasını bileceksin evlat, aynalarının sana göstermeye çalıştığı şeyi göreceksin. Sen bunu yapmasını bilmiyorsun. İşte bu sebeple, sana hatırlatsın, bunu nasıl yapacağını öğretsin diye bu küçük el aynasını alman lazım senin”. Masadaki herkes küçük dilini yutmuş, Amca’nın sözleri karşısında dona kalmışlardı. Ragıp sersemlemiş biçimde uzanıp bir ayna aldı, “ne kadar bu Amca” diye sordu. “Gönlünden ne koparsa evlat” diye cevap verdi Amca. Bakışlarındaki delicilik kaybolmuş, yine eski, feri sönmüş haline geri dönmüştü. Ragıp çıkarıp 20 TL verdi Amca’ya. Diğerleri de kendilerine ayna almak için hamle yaparlarken “Yoo” dedi, “durun, sizlere ayna satmam, o sadece çok ihtiyacı olanlar için, ama yaşlı bir adama yardım etmek istiyorsanız mendil, kalem veya sakızlarımdan alırsanız sevinirim”. Şaşkın bir halde diğerleri mendil ve kalem alıp, Amca’ya 3-5 TL verdiler. Herkes alacağını aldıktan sonra Amca “haydi sağlıcakla kalın” dedi ve dönüp arkasını geldiği yöne doğru ağır aksak uzaklaşmaya başladı.

Mekanda yaklaşık bir on beş dakika daha oturduktan sonra hesabı ödeyip kalktılar. Ragıp, arkadaşlarından ayrıldıktan sonra yine metroya yöneldi. Taksim’den bindiği vagon ineceği Levent istasyonuna gelene kadar boşalmıştı. İstasyonda tek başına vagondan indi. Görünürde ondan başka kimse yoktu ortalıkta. Levent Çarşı çıkışına doğru yönlendi. Tam birkaç adım atmıştı ki kendini bir anda ağaçların ortasında, geniş, yemyeşil bir düzlükte buluverdi. “Ne oluyor ya, hayal mi görüyorum” dedi kendi kendine. Sağına, soluna, arkasına baktı. Koskoca metro istasyonu yok olmuş, yerine, etrafı ağaçlarla çevrilmiş bir çimenlik gelmişti. Etrafına bir daha bakındı.

Tepede Güneş parıl parıl parıldıyordu. Çimenlik alan çeşit çeşit, rengarenk çiçeklerle doluydu. Alanın tam ortasında, bulunduğu yerden yaklaşık 100 – 150 metre ileride, büyük, kadim görünüşlü bir ağaç vardı. Ağaca doğru biraz yaklaştığında üzerindeki altın renkli meyveleri gördü. Tam o esnada ağacın oradan kendisine doğru yürüyen birini de fark etti. Bu bir kadındı, baştan aşağı parıl parıl parıldayan, bembeyaz giysilere bürünmüştü. Hafif rüzgarla elbisesi uçuşurken, o sanki yürüyerek değil de uçarak Ragıp’a yaklaşıyordu. Birkaç saniye sonra kadın Ragıp’ın yanına gelmişti. Ragıp, kadının Taksim Meydanı’nda insanların yüzüne ayna tutan genç kız olduğuna yemin edebilirdi. Birkaç gün boyunca o yüzü unutması imkansızdı çünkü. Kadın hiç konuşmadan Ragıp’a altın renkli bir meyve uzattı. Meyve elmaya benziyordu. Kadın hiçbir şey söylememesine rağmen Ragıp meyveyi yemesi gerektiğini düşündü ve ondan bir ısırık aldı. Tadı daha önce yediği meyvelerden çok farklıydı. Sanki onların pek çoğunun karışımı gibiydi. Çok beğenmişti, büyük bir iştahla meyveyi yiyip bitirdi. Elinde şeftalininkine benzer irice bir çekirdek kalmıştı. Kadın yeri işaret etti Ragıp’a. Bakınca orada küçük, birkaç santimetre çapında bir çukur olduğunu gördü Ragıp. Meyvenin çekirdeğini o çukura attı ve üzerini toprakla örttü. Kadın bu sefer de Ragıp’ın sağ yanında bir yeri işaret etti. Dönüp baktığında orada taştan yapılma küçük bir hayrat gördü. Kenarında duran maşrapaya su doldurup geri geldi ve çekirdeği gömdüğü yere döktü. Bunun üzerine kadın ona güldü ve arkasını dönüp geldiği gibi uçarmışçasına uzaklaşmaya başladı. Yavaş yavaş kendine geliyordu Ragıp, “dur gitme, sana soracaklarım var, kimsin sen?” dedi ve kadının peşinden koşmak için bir hamle yaptı. Fakat daha attığı ilk adımda kendini Levent metro istasyonunda buluverdi.

Daha ne oluyor diyemeden omzundaki el ile irkildi. “Beyefendi iyi misiniz? Bir sorun yok ya?” dedi omzundaki elin sahibi. Afallamış ve ne diyeceğini bilemez bir halde kendisi ile konuşan kişiye dönmek için hamle yaptı. “İii, iyiyim bir sorun yok ama…” derken karşısındaki adamla kadını görünce şaşkınlığı bir kat daha arttı.

Karşısında, yetmişli yaşlarında olduğunu ancak nüfus cüzdanından anlayabileceğiniz kadar dinç, gözleri zeka ve keskinlikle bakan, kel bir adam ile, Ragıp’ın, kızı olduğunu tahmin ettiği 40-45 yaşlarında, siyah saçlı, renkli gözlü, orta boylu, güzel bir kadın duruyordu. Adam eski bir İstanbul beyefendisi olduğunu belli eder şekilde gecenin o saatinde takım elbisesiyleydi. Kadının üzerinde ise şık, uzun, kırmızı bir elbise vardı. “Hayal görüyorum herhalde, bu adam Sofyalı’nın oradaki Amca ile Maslak’ta gördüğüm Deli Esmeralda olamaz” diye düşündü Ragıp. “Ama yüzleri aynı, haydi Maslak’taki kadınla bunu benzetiyorum, ama Amca’yla yüz yüze konuştum, aynı adam bu, ikisi de aynı, ne oluyor deliriyor muyum nedir?” diye düşünürken “bir sorununuz yok ama?” diye yineledi adam. “Efendim, anlamadım?” dedi Ragıp. “İyi olduğunuzu söylemiştiniz ama bizi görünce bir durdunuz” dedi adam. Hemen toparlandı Ragıp “Özür dilerim, sizi çok uzun zamandır görmediğim birine benzettim de ondandır” diye cevap verdi Ragıp, “iyiyim iyiyim, bir sorun yok niye sordunuz?” “Merdivenin başında öylece duruyordunuz, geçebilmek için birkaç defa müsaade istedik duymadınız, elimi omzunuza atınca tepki verdiniz”. “Ah çok özür dilerim, dalmışım, işle ilgili bir şeyleri düşünüyordum” deyiverdi Ragıp. Adamın sesi bile aynıydı, rastlantı veya benzerlik olmasına ihtimal veremiyordu Ragıp. Kadın “kıkırdadı”, “babacığım belli ki beyefendi yorucu ve muhtemelen sürprizlerle dolu bir gün geçirmiş, kendisi iyi olduğuna ve bizim de yolumuz açıldığına göre gidelim istersen, çok geç oldu”. “Haklısın kızım, geç oldu, iyi geceler beyefendi”. “Size de iyi geceler” dedi Ragıp. Adamla kadın kol kola yürüyen merdivenlerden çıkıp gözden kaybolana kadar Ragıp bir süre arkalarından bakmaya devam etti. Sonra o da yürüyen merdivenlerden çıktı ve merdivenlerin bitimindeki geniş alana çıktığında yaşlı adamla kadını göremedi. Etrafına bakındı ama kendisinden başka kimse yoktu istasyonda. Şaşkın şaşkın yürümeye devam etti ve Levent Çarşı’ya çıktı. Etrafta birkaç taksi şöförü ve minibüs bekleyen birkaç kişi vardı, yaşlı adamla kadından hiç iz yoktu. Hızlı hızlı yürüyerek evine gitti, soyunup dökündü, dişlerini fırçalayıp hemen yattı.

Sabah kalktığında akşam yaşadıklarının hala bir rüya mı, rastlantı mı, ya da ne olduğunu anlayamamıştı. Başucunda duran küçük el aynasına baktı, yataktan kalktı, banyoya girdi. Lavaboya eğilip elini, yüzünü yıkadı. Kafasını kaldırınca aynada “ilk defa” kendini “gördü”.

1 Haziran 2010 Salı

The Source

INTRODUCTION


We constantly search for answers. Who are we? What is the meaning of life? We are full of whys, hows and whats. Although it is not meant as an answer, and hopefully this is not the correct answer, below short story presents one of the billion possibilities which we can ultimately face.


THE SOURCE

This was a total, completely unexpected shock for the whole humanity. After all, humanity stood as an arrogantly proud and exaggeratingly self-confident species of the entire universe for many millennia. Some even believed that the whole universe was created by God for human beings, so that they can make it their playground. Never really questioning these beliefs and always disregarding the oddities which signaled otherwise, humanity’s pride grew stronger every single day. Until today.

The announcement was made. It was clear, simple and everything else was virtually futile.

“… we have been closely watching you grow up” said the Source. “Your species, being highly curious and constantly trying to exceed its limitations, was considered as a high-potential-candidate. However, you have proven to be the opposite of what we thought about you…”

Humanity had its longest, relatively peaceful period between 1945 and 2012. Although there were always some conflicts and small scale wars between these years, there has never been a global conflict. However, in 2012, with the threat of terrorism being in its pinnacle stage, everything went haywire. The whole planet became paranoid and soon after anti-terrorist crusades began. Long-lasting friendships got broken and left their place to unlimited hatred. The whole American, European and African continent, along with the most of the Asian countries started fighting with each other. The size of the destruction was gigantic. 4.7 billion people were slain during the 1-year-war. Within that year, 55% of the whole planet was completely scorched, uninhabitable and unable to support any life. Consequent natural disasters took out another 12% along with 1.1 billion people. Most of the animal and plant life completely disappeared. In 2014, the whole human population got stuck in a heavily wounded planet on the brink of extinction.

Miraculously, human species and the planet did survive. After loosing 80% of its entire population, humanity united for saving themselves from certain extinction. The only positive outcome of the war was the terrific technological advance. Instead of killing, humanity used the new technologies for healing its deep wounds. For 13 years, human beings worked together in a peaceful coexistence.

However, with the first signs of healing and prosperity, old habits resurfaced. Humans’ natural greed and aggressiveness started to take over their will of peace and prosperity. Within a couple of months, human population was divided to 2 major factions. It was noon-time in the continent. The date was October 3rd, 2027. The leaders of the factions pushed the buttons of destruction.

At that specific moment, everything froze; people, plants, animals, the wind, the rain, everything, even the sun itself. In fact, the entire universe froze. On the other hand, all life was still conscious. Everything could still think, hear and understand everything around them, but they could not move. Thus spoke the Source.

“Human race! We intervened to announce you a very important subject” said the Source. “We are the Source, we have been closely watching you grow up. Your species, being highly curious and constantly trying to exceed its limitations, was considered as a high-potential-candidate. However, you have proven to be the opposite of what we thought about you.”

“You must understand this; we are the creators of this universe. We created the matter, we created the stars, we created this planet, we created you and of course time is also our creation. In our eyes, you are very close to the machines you created with an artificial intelligence. Your body, your physical existence is your ‘hardware’. Your soul is your ‘software’. For the sake of understanding, we can say that we froze the time for everything except your minds, your souls.”

“You are now trying to understand our nature and our purpose of intervention. First of all, the real ‘existence’ is totally different in all aspects. You cannot even begin to understand or imagine it. Therefore, we recommend you to disregard this issue. Although you may call our intervention as ‘divine’ by your standards, it is not our intention to save you from what you have done so far. On the contrary, this communication has only informative purposes. “

“The purpose of this communication being said, we would like to emphasize on your current situation before the announcement of the main subject. As we said, you had tremendous potential, which you are almost totally unaware of. Your species’ main focus has always been destruction of opposing factions. Instead of prospering together, you greedily chose to exploit each other. You had the whole universe at your disposal, but you never really got out of your tiny, illusionary existence. You slain yourselves in an unbelievable cruelty and you never united unless it was crucially necessary. Your planet is still heavily wounded as well as yourselves. Yet, you are now starting a new, and your final war.”

“After careful assessment of your actions and due to the fact that this new war will cause your destruction, we believe it is unnecessary to continue supporting your universe anymore. Therefore, we hereby announce you that this universe will be terminated momentarily. Please try to calm down. You will not feel anything. Thank you very much for your understanding.”

All life was silently screaming as loud as possible, trying to find an escape route. However, their efforts were futile. After the announcement, nothing happened for a brief moment. Then the universe ceased to exist.

E.K.

05.12.2007

23 Mayıs 2010 Pazar

Anka Efsanesi

ANKA EFSANESİ


VARLIKTAN ÖNCE HİÇLİK VARDI. NASIL OLUP DA ORTAYA ÇIKTIKLARINI BİLMİYORLARDI. ÖNEMLİ DE DEĞİLDİ ONLAR İÇİN. FİZİKSEL ANLAMDA HİÇBİR OLUŞUMLARI OLMAMASINA RAĞMEN VARLIKLARI TARTIŞILMAZDI. VE BİR DE HEDİYELERİ. ONLARA YARATMA GÜCÜ VERİLMİŞTİ. ONLARA HİÇLİĞİ VARLIĞA ÇEVİRME GÜCÜ VERİLMİŞTİ. İSTEDİKLERİ GİBİ YARATABİLİRLERDİ. HİÇBİR SINIRLAMA OLMAKSIZIN, VAROLUŞ KURALLARINI KENDİLERİNİN BELİRLEYECEĞİ EVRENLER YARATABİLİRLERDİ. HİÇLİĞİ VAROLUŞUN TÜM ŞEKİLLERİYLE DOLDURABİLİRLERDİ. AMA ÖYLE YAPMADILAR. ONLAR YOKOLUŞU YARATTILAR.

NE KENDİLERİ NE DE YARATTIKLARI, ASLA TAM OLARAK VAROLMAMIŞTI. BİR YAVRU KEDİ DÜŞÜNÜN, ANNESİNİN KARNINDAN YENİ ÇIKMIŞ. UFACIK VE TEHLİKELERE AÇIK. SONRA O KEDİNİN 2 AYLIK, 6 AYLIK, ERİŞKİN, YAŞLI HALLERİNİ GÖZÜNÜZDE CANLANDIRIN. SON OLARAK DA KEDİNİN ÖLDÜĞÜNÜ, ARTIK VAROLMADIĞINI GÖZÜNÜZDE CANLANDIRIN. ZAMANIN OLMADIĞI BİR ORTAMDA KEDİ HEM YAVRUDUR HEM DE YAŞLI, HEM CANLIDIR HEM DE ÖLÜ, HEM DAİMA VARDIR HEM DE ASLA VAROLMAMIŞTIR. İŞTE ONLAR DA AYNEN BU DURUMDAYDILAR. YARATTIKLARI DA ÖYLEYDİ. BUNU DERT ETMEMİŞLERDİ. YARATTIKÇA GELİŞECEKLERİNİ, EVRİM GEÇİRECEKLERİNİ, EVRİMLE BERABER DE VAROLUŞUN DAHA ÜST BİR NOKTASINA ULAŞACAKLARINI DÜŞÜNÜYORLARDI. VAROLUŞUN DAHA ÜST NOKTASINI BİLEMEMELERİ İSE DOĞALDI. ÇOK YANILMIŞLARDI.

İRADELERİ SINIRSIZ BİR ÖZGÜRLÜĞE SAHİPTİ. VAROLUŞLARINI, YARATARAK ZENGİNLEŞTİRİYORLARDI. EN AZINDAN ÖYLE OLDUĞUNU UMUYORLARDI, ÇÜNKÜ GÖRÜNÜRDE HİÇBİR FARK YOKTU. MİLYONLARCA FARKLI EVREN, HER BİRİNDE MİLYARLARCA FARKLI YAŞAM YARATMIŞLARDI. AMA ONLAR AYNIYDI, VARLA YOK ARASI, YARATTIKLARI GİBİ, SANKİ BİRER GÖLGEYDİLER. ASLINDA HEDİYELERİ KENDİLERİNİ YARATMAK İÇİN VERİLMİŞTİ ONLARA. NE YAZIK Kİ BUNU SADECE O ANLAMIŞTI VE KENDİSİ DE YOK OLMAK ÜZERE OLDUĞUNA GÖRE ARTIK BUNUN ÇOK FAZLA BİR ANLAMI KALMAMIŞTI.

SONSUZLUK KADAR YARATMIŞ OLMALARINA RAĞMEN BİR TANESİ BİLE EVRİM GEÇİRMEMİŞTİ. SIKILMIŞLAR VE YARATMAYI BIRAKMIŞLARDI. YARATMAK BİR İŞE YARAMAYACAKSA, BU KADAR UĞRAŞMANIN ANLAMI NEYDİ? BİLMİYORLARDI.

SONUNDA İÇLERİNDEN BİRİLERİ, DİĞERLERİNİN YARATTIKLARINDAN BAZILARINI SİLDİ. SEBEP BASİTTİ; ÇOK DA GÜZEL SAYILMAZLARDI. YARATTIKLARI SİLİNENLER İSE BUNU HİÇ DE HOŞ KARŞILAMADI. “ONLAR BİZİM BİRER PARÇAMIZ, NE HAKLA ONLARI YOKEDERSİNİZ” DEDİLER. BÖYLECE İÇLERİNDEKİ İLK KİN VE NEFRET TOHUMLARI YEŞERDİ.

BİRBİRLERİYLE KIRAN KIRANA SAVAŞIYORLARDI. YARATTIKLARI HERŞEY YOK OLMUŞTU. SADECE ONLAR KALMIŞTI. YARATTIKLARININ TAMAMININ YOK OLMASI KİNLERİNİ DAHA DA BÜYÜTMÜŞTÜ. BİR EVRİM GEÇİRİYORLARDI, TÜMÜNÜN VARLIĞINI ETKİLEYECEK BİR EVRİM.

HEDİYELERİNİ KULLANARAK BİRBİRLERİNİ YOKETMEYİ DE KEŞFETMİŞLERDİ. ARTIK SAYILARI GİDEREK AZALIYORDU. BİRİLERİ DİĞERLERİNİ YOKETMEK İÇİN YENİ BİR YÖNTEM YARATIYOR, BAŞKA BİRİLERİ İSE O YÖNTEMLERİ ETKİSİZ HALE GETİRECEK BAŞKA YÖNTEMLER YARATIYORDU. DOĞRU YÖNTEMLERİ YARATAMAYANLAR İSE YOK OLUYORDU.

BİR AVUÇ KALMIŞLARDI. ARALARINDAN EN GÜÇLÜ OLANLARDAN BİRİ, DİĞERLERİNİN TAMAMINI YOK EDECEK BİR YÖNTEM GELİŞTİRMİŞTİ VE BUNU UYGULAMAYA KOYMUŞTU. O’NUN DA ARALARINDA OLDUĞU BİRKAÇI İSE KARŞIT BİR TUZAK YARATMAYI BAŞARMIŞLARDI. HEPSİ YOK OLMAK ÜZEREYDİ. HİÇLİK, TAM ANLAMIYLA HİÇLİK OLMAK ÜZEREYDİ.

O, KARŞIT TUZAĞI TASARLAMIŞ VE KALAN BİRKAÇ ARKADAŞININ YARDIMIYLA ONU YARATMIŞTI. İŞE YARAYACAĞI KESİNDİ. AMA DİĞERİNİN TOP YEKÜN YOK ETME YÖNTEMİNİ ENGELLEYEMEYECEKTİ. SADECE DİĞERİNİN DE VARLIĞINI SÜRDÜRMESİNİ ENGELLEMİŞTİ. “NE KADAR YAZIK, SONSUZLUK KADAR GÜZELLİK YARATTIK VE ŞİMDİ HERŞEYİN SONU GELDİ” DİYE DÜŞÜNDÜ KENDİ KENDİNE.

BİRDEN BİRE DİĞERİNİN YÖNTEMİNDEKİ AÇIK NOKTAYI GÖRDÜ. SADECE VE SADECE ONLARI YOK ETMEK İÇİN TASARLANMIŞTI. DOLAYISIYLA KENDİNİ DEĞİŞTİREBİLİRSE VARLIĞINI SÜRDÜREBİLİRDİ. “İYİ AMA NASIL YAPABİLİRİM” DEDİ. AKLINA BİR TEK ŞEY GELDİ, NE KADAR İŞE YARARDI BİLEMİYORDU AMA KAYBEDECEK DE BİRŞEYİ KALMAMIŞTI.

ZAMANI YARATTI. HEMEN ARKASINDAN KENDİNİ TAMAMİYLE FİZİKSEL BİR VARLIĞA ÇEVİRDİ. O VARLIĞI, DİĞERİNİN YÖNTEMİ İŞLEDİĞİNDE KAÇINILMAZ OLARAK ETKİLEŞİME GİRECEKTİ, BUNU ÖNLEMENİN YOLU YOKTU. GÖREBİLEN HERHANGİ BİRİ İÇİN O ARTIK BİR GAZ VE TOZ BULUTUYDU. PATLAMAYA HAZIR BİR GAZ VE TOZ BULUTU.

DİĞERİNİN PLANI İŞLEDİ. KARŞIT TUZAK DA İŞLEDİ. ARTIK HİÇBİRİ YOKTU. O İSE TAM BEKLEDİĞİ ŞEKİLDE, ETKİLEŞİMLE “PATLADI”. NEREDEYSE SONSUZLUK KADAR ÇOK PARÇAYA BÖLÜNMÜŞTÜ. PATLAMASININ SONUCUNDA BİR EVREN OLUŞMAYA BAŞLADI. ASLINDA HER BİR PARÇASI O OLAN BİR EVREN. BİLİNCİ DAĞILMADAN HEMEN ÖNCE OLUŞMAKTA OLAN EVRENE FISILDADI.

“SİZLER BENİM PARÇAMSINIZ. SİZLERE KÜÇÜK DE OLSA YARATMA GÜCÜMÜN BİR KISMINI VERDİM. AMACINIZA ULAŞABİLMENİZ İÇİN SİZE ZAMANI VERDİM. HEPİNİZ EVRİMİNİZİ AYRI AYRI TAMAMLAYACAK VE SONUNDA BİRLEŞECEKSİNİZ. ARTIK BENİ TEKRAR YARATMA ZAMANIDIR. YANDIK, KÜL OLDUK. ARTIK KÜLLERİMİZDEN DOĞMA ZAMANIDIR.”

HEMEN ARKASINDAN SESİ İYİCE KISILDI VE BİLİNCİ DAĞILDI. ARTIK HERŞEY GALAKSİLER, GÜNEŞLER, GEZEGENLER, HAYATLAR OLUŞTURAN KÜÇÜK PARÇALARINA BAĞLIYDI...

EMRE K.

03.07.2006