12 Mayıs 2010 Çarşamba

NEFES

Açılışı 2005 yılında yazmış olduğum kısa bir hikaye ile yapıyorum...

İskelenin kenarında durmuş, şehrin güzelliğini seyrediyordu. “Bu şehrin gündüzü ayrı güzel, gecesi ayrı” diye düşündü kendi kendine. Etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu. Birkaç metre geri çekildi. Son bir defa derin bir nefes aldı. İyot kokan serin gece havası ciğerlerini en ücra köşelerine kadar doldurdu. Gözlerini kapadı. Aldığı nefesteki oksijenin tüm vücuduna yayılmasını hissetti. Kalbinin sevinç ve coşku ile daha hızlı biçimde atışını dinledi. Sonra yavaşça nefesini bıraktı. Gözlerini açtı. Şimdiden dünyayı daha farklı görmeye başlamıştı. Etrafına bir kez daha bakındı, derin bir nefes aldı ve koşmaya başladı. İskelenin ucuna kadar geçen bir nefeslik zaman sanki dakikalar gibi geçiyordu. Olabildiğince, dayanabildiğince, hızlanmıştı. Fani insan vücudunun tüm kasları yanıyor, tüm kemikleri acıyordu. Hiç aldırış etmedi. İskelenin ucuna sadece birkaç santimetre kalmıştı. Son adımı ile havaya doğru, suya atlayacak şekilde zıpladı. Ciğerlerindeki nefes tükenmişti. Kendi etrafında dönerek suya doğru inişe geçtiği sırada insan ciğerlerinin alabileceği son derin nefesi aldı ve bir yunus olarak boğazın serin sularına daldı.

Sadece dolunayın yüzeyini hafifçe aydınlatabildiği karanlık sularda yüzüyordu. Çıkardığı seslerin suyun içindeki canlı, cansız tüm varlıklardan yansımasını dinliyordu. Kendi sonar dalgalarının geri dönüşlerinde beyninde yarattığı resimleri ve o resimlerin tüm güzelliklerini hayranlıkla izliyordu. Bir insanın bu duyuyu anlaması çok zordu. İnsan için görmek ne ise, onun için de duymak oydu. İnsan için renk ne ise, onun için ses oydu. İçinde bulunduğu doğa parçasının müziğini dinliyordu. Başlangıç notasını değiştirdikçe, müziğin tarzı da değişiyordu. Aynı doğa parçasının onlarca, yüzlerce, birbirinden farklı yorumunu dinledi. Bu arada suyun tüm nezaketi ile serince sarmaladığı vücudunu boğazdaki farklı akıntıların bir oraya, bir buraya taşımasına izin veriyor, suyun kimi zaman tatlı, kimi zaman sert dokunuşlarının tadını çıkarıyordu. Suyun yüzeyine doğru çıktı. Alabildiğince derin bir nefes aldı ve suyun derinliklerine doğru hızlıca dalmaya başladı. Yeterli derinliğe geldiğine kanaat getirince durdu. Etrafındaki müziği son bir defa dinledi ve hemen ardından tüm gücüyle suyun yüzeyine doğru tırmanmaya başladı. İlk başta yavaştı ama giderek hızlandı. Sanki o hızlandıkça su ona yol açmak için etrafından çekiliyordu. Sonunda dolunayın yansıması belirgin hale geldi, giderek yüzeye yaklaşıyordu. Durmadı, daha da hızlandı, hızlandı, hızlandı. Son su tanecikleri de yolundan çekildiğinde artık havadaydı. Sudan çıkmıştı. Bir kez daha nefes aldı. Artık kartal olmanın zamanı gelmişti.

Olanca haşmeti ile kanatlarını çırptı. Yükseldi. Şehrin üstündeydi. Bir süre sadece havada asılı kaldı. Rüzgarın kanatlarının altından geçmesini sağladı. Dokunulamayan havanın tüylerini okşamasını hissetti. Artık aynı dili konuşabildiği rüzgarın mutluluk şarkısını dinledi. Derin bir nefes aldı. Bir çığlık attı ve dalışa geçti. Bir anda onlarca metre alçaldı. Deniz seviyesine gelinceye kadar alçalmaya devam etti. Sudan sadece birkaç santimetre yukarıda olanca hızıyla uçmaya devam etti. Sanki hava da ona ayak uyduruyor, beraber dans ediyorlardı. Köprüye kadar yüzeyden uçmaya devam etti. Köprünün altından geçtikten sonra tekrar tırmanmaya başladı. Tırmandı, tırmandı ve kanat çırpmayı bıraktı. Biraz daha yükseldi. Beraber dans ettiği havanın tüm yumuşaklığı ve serinliğiyle ciğerlerini doldurması için bir kez daha nefes aldı. Son bir çığlık attı ve biraz önce altından geçtiği köprüye doğru kendi etrafında dönerek dalışa geçti. Döndü, döndü, döndü. Sonunda köprüden geçmekte olan bir otobüsün neredeyse teğet değecek kadar yakınından geçip tekrar yükseldi. Bir süre daha kah alçalıp, kah yükselerek rüzgarla dans etmeye devam etti. Bu arada gözlerini yıldızlara dikti. Daha kat etmesi gereken çok yol vardı. Tırmanmaya başladı. Hava inceliyor, oksijen azalıyordu. Ama o tırmanmaya devam etti. Vücudunun onu daha ileri taşıyamayacağı noktaya yaklaşıyordu. Tüm benliğini zorlayarak son bir nefes ile ciğerlerini doldurdu ve olanca gücüyle çıkabileceği kadar yükseğe tırmandı. Zamanı gelmişti. Vücudunu terk etti.

Şimdi uzaydaydı. Daha doğrusu, insanların uzay olarak adlandırdıkları, neredeyse hiçlikle eşleştirdikleri o engin, uçsuz bucaksız “boşluktaydı”. Bedenlerine ait algı limitleri ortadan kalkınca “boşluğu” tüm çıplaklığıyla deneyimledi. Boş değildi aslında, o kadar yoğun, o kadar güzeldi ki. Önce galaksileri, gezegenleri, canlı, cansız tüm varlıkları oluşturan madde yoğunluklarını “yaşadı”. Sonra, maddeleri oluşturan ve tüm “boşluğu” kaplayan enerjileri “tattı”. Tüm boyutlarda dolaştı. Evren ona aktı, o da evrene. Mutluluğu tarif edilemezdi. Tüm varoluşu hissediyordu. Zamandan da bağımsızdı. Herşeyin başı, ortası, sonu bir aradaydı. Aslında hiçbirşeyin ne başı ne sonu vardı. Hepsi daima “vardı”. Sadece “şekilleri” farklıydı. Bunu şimdi daha iyi anlıyordu. Herşey bir bütündü, herşey tekti. O da bu bütünün mükemmel bir parçasıydı. O varoluştu.

İskelenin kenarında durmuş, şehrin güzelliğini seyrediyordu. “Bu şehrin gündüzü ayrı güzel, gecesi ayrı” diye düşündü kendi kendine. Etrafına bakındı. Kimsecikler yoktu.

Varoluşu tüm çıplaklığıyla deneyimleyemiyordu. Şimdilik. Ama artık aldığı her nefes daha öncekilerden farklıydı. Derin bir nefes aldı. Ciğerlerindeki hava vücuduna yayılırken kendini dinledi. Bir daha nefes aldı. Sonra bir daha, bir daha. Hepsi de daha öncekilerden farklıydı. Manzaraya bir kez daha baktı. Bir nefes daha aldı, döndü ve evine doğru yola koyuldu.

Emre K.

03.08.2005

Hiç yorum yok: